

Yazıya başlamadan arkada çalması için:
Birinci Kısım: Yanlış Yaşamak
"Yanılmış bir kapıyım simsiyah
Kendi üstüme kapanıyorum"
Attila İlhan böyle başlıyor şiirine ve
"Yanıldıkça lüzumsuzluğunu anlayıp
İnsan yaşadığından utanıyor
Uykularımızda yalnızlık korkuları
Dışımızda en küstah yanlışlıklar
İçimizde en başka türlü ayıp"
diyerek bitiriyor. Anlaşılmamak, anlaşılmaya duyulan istek ve sonunda yanılmak... "yanıldıkça lüzumsuzluğunu anlamak" ve "yaşamaktan utanmak"... Attila İlhan'ın "yanlış yaşamak" dediği şey bir ihtiyacımızın tatminsizliğinden ibaret: Anlaşılmak.
Anlaşılma arzusu… Fikrimce insanın en büyük prangalarından birisi.
İnsan anlaşılmak için, kendisini anlatabilmek için neler yapmıyor, ne tavizler vermiyor ki.
Annesi babası onu anlamıyor diye mutsuz olan bir çocuk, yanındaki eşi anlamıyor diye uzaklaşıp gitmek isteyen bir eş yahut patronu veya arkadaşları anlamıyor diye istifayı düşünen bir çalışan…

Anlaşılma çabasına girmek insanın enerjisini belki de en çok çalan şey. Bütün ilişkiler “bu kişi beni anlıyor” diye başlar ve “sen beni anlamıyorsun” diye biter. Nitekim bu da bir ilişkinin en temel unsurlarından birini sunar bizlere. Çünkü anlaşılmak bir ihtiyaçtır. Çünkü anlaşıldığın yerde durmak istersin. Çünkü anlamak yakınlıklara sebep olur. Anlaşılmak su gibi, hava gibi bir ihtiyaçtır. "Güvenlik" kavramı gibi görünmeyen, sınırları muğlak ama varlığını hep hissettiren bir ihtiyaç.
İnsan, istediği kadar süslü, yüksek cümlelerin ardına gizlerse gizlesin çıkarcıdır. İhtiyaçlarımızdan hasıl olur bu durum. İhtiyaçlarımızı kovalamak bizi kötü biri yapmaz. Su da bir ihtiyaçtır, su içmek için elbette bir şeyler yapılacaktır. Hiçbir ahlaki değer bizim suya olan ihtiyacımızdan daha gerçek değildir. Sussuzluğun yaptırım gücü, toplumun nasihatlerinden ve inandığımız değerlerden daha gerçektir.
Özetle insan, ilişkilerinden de menfaatini aldığı sürece tatmindir ve bu menfaatlerini sağlayacağını düşündüğü kişilerle yakınlık kurar. Güvenlik bir ihtiyaçtır. Değerli hissetmek bir ihtiyaçtır. Cinsellik bir ihtiyaçtır. Ve belki de en temeli, anlaşılmak da bir ihtiyaçtır. İşin en acısı ve bizi toplumsal bir hayvan yapan tarafı, bu sayılan olguların hiçbirini kendi başımıza temin edemiyor olmamızdır. Keza bunların kalitesi kadardır ilişkilerimizin (dolayısıyla hayatımızın) kalitesi.
Aldatmalar da böyle olur keza. Bütün bunların hepsini bir kişide bulamadığında insan, bazen bu ihtiyaçlarını bölüştürür başkalarına. Biri sana değerli hissettirir, ötekisi iyi bir cinsel hayat verir. Bazense biri için diğer ihtiyaçlarını görmezden gelir ki sadakatini över böyleleri. Verdiği tavizleri kutsar. "Cinsel hayatımız kötü ama beni çok seviyor" gibi cümleler kurar kendine... Hayatta neyi öncelediğine göre değişecektir bu cümlenin kurgusu. Aklı bazen başkaları tarafından karışmış bir kadın da kendini suçlar. "Neyim tatmin değildi de bu yaşandı" demek yerine, "ben ahlaksız biri miyim" diye sorgular kendisini. Oysa konuşulabilse her şey dürüstçe... Anlatmak mümkün olsa...
İşte anlaşılmazlığın açmazı buradadır. Anlaşılmak bunların hiçbiri gibi değildir. Bütün sorunların çözümü anlamak ve anlatmaktan geçtiğine göre, anlaşılmadığında insanı yalnızlığın derin hüznü kaplar. Çoğu kez kendisini suçlamaya başlar. Yalnızlığıyla ya barışır ya da başkalarıyla yeniden paylaşmayı dener. Dünyayı anlamayı takıntı haline getirmiş birkaç beyin dışında pek az kişi anlar olanı biteni. İnsan tekrar ve tekrar yanılır ve nihayetinde bir Attila İlhan çıkar ve
"Uykularımızda yalnızlık korkuları
Dışımızda en küstah yanlışlıklar
İçimizde en başka türlü ayıp"
der.
İkinci Kısım: Anlaşılmazlığın Kanaatkarlığına
Dervişliğin şanındandır "bir lokma, bir hırka". Burada ihtiyaçları minimumda tutmanın getirdiği mutluluktan başkası yoktur elbet. Zira insan ihtiyaçlarını ne kadar kısıtlı tutarsa ve kanaatini ne derece yükseltirse mutlu olma haline o derece yakınlaşır. Nice felsefenin temelidir bu düşünce. Kısacası kanaatkar olmanın mutlulukla doğrudan bir ilgisi vardır. Bütün bir kainatı bir kibrit kutusuna sıkıştırsak, insanın avucunun içine koysak ve “bu artık senin” desek. O insan kafasını kaldırıp “daha yok mu” dediği anda avucundaki o koca kainat değerini yitirir gider. Dünyaya doyulmaz velhasıl.
Anlaşılmak gibi bir ihtiyaç, nasıl olur da insanın vazgeçebileceği bir şey olabilir peki? Basit birkaç gerçek belki daha dayanılabilir kılabilir her şeyi. Mesela karşımızdakiler başkalarını anlamaya pek isteksizdir. İnsan kendi hayatındaki basit denklemleri bile anlamamak için bu derece dirençliyken neden seni anlamasını beklersin? "Kafa yormayan"la zaman geçirmek hatadır. Hayatını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan kimse gibi olur mu boşverip giden...
Herkes herkese anladığını söyler ancak (pek azı hariç) seni anladığını söyleyenler genellikle senden ya bir çıkar kovaladıkları için ya da sadece seni veya bir özelliğini beğendikleri için sana "anlıyorum" derler. Esasında seninle ilişkiyi derinleştirmek istediklerinden fazlası değildir bunu söyleten. Gerçekte kimsenin kimseyi anladığı yoktur. Herkesin içte içe bildiği ancak pek azının telaffuz edebileceği bir hakikat bu. Anlayış, pek azına verilmiştir. Rabbin "nimet sahibi kıldım" dediği kimselerdir onlar. Çünkü anlayabilmek, nimettir. Üstelik seni kendine mağluplardan ayıran yegane nimettir.
Üçüncü Kısım: “Kökten Yalnızlık”
Ortega y Gasset “İnsan ve Herkes” adlı çalışmasında şöyle der:
“Yaşam başkasına aktarılamaz, herkes kendi hayatını yaşamakla yükümlüdür; kimse yaşama uğraşında başkasının yerini alamaz; çektiği diş ağrısıyla kendi canı yanmak zorundadır, o ağrının bir parçacığını bile başkasına aktaramaz; başka hiç kimse onun vereceği vekâletle onun yapacağı ya da olacağı şeyi seçemez ya da kararlaştıramaz; hiç kimse duygularında ve sevgilerinde kendini onun yerine koyamaz, onun yerini alamaz; dünyada -nesnelerin dünyasında ve insanların dünyasında- yönünü bulabilmek, o sayede doğru tavır koyabilmek için düşünmesi gereken şeyleri kendi yerine düşünsün diye bir yakınını memur edemez; sonuçta bir şeye inanmak ya da inanmamak, açık seçik fikirlere ulaşmak ya da saçmalıklara toslamak ancak tek başına yapmak zorunda olduğu bir şeydir, kimse onun yerini tutamaz, delegesi ya da vekili olamaz. İki kere ikinin dört ettiğini hiç düşünmeden, yalnızca sayısız kez duyduğum için söyleyebilirim; ama düşünmek, yani gerçekten "iki kere iki dört eder, üç ya da beş etmez" düşüncesini berraklaştırmak, işte bu benim, yalnız benim yapmam gereken bir şeydir; ya da yalnızlığımın içinde yapmam gereken, ki bu da aynı kapıya çıkar. Madem ki bu benim kararlarım, isteklerim, duyuşlarım doğrultusunda oluyordur, insan yaşamı, dar anlamıyla başkasına aktarılamaz yalnızlık’tır, kökten yalnızlık.”
Kökten yalnızlık… Gasset'in bahsettiği hislerin devredilemezliği ile insanın anlaşılma ihtiyacının birbirine girmesi, en büyük sancılarımızın kaynağı durumundadır. Genel olarak bu böyledir. Ancak meşhur Nasreddin Hoca fıkrasında da olduğu gibi damdan düşenin halinden damdan düşen anlayabilir. Bu yüzden de kendimiz gibi insanlara meylimiz yüksek olur. Ne var ki bu pek az olur. Genelde yanılırız. Tek yaptığımız şey zannetmektir. Zannederiz sadece. Sonra da hayal kırıklıklarımızla birlikte yaşamaya devam ederiz.
"Kökten Yalnızlığını" kabul edemeyen yığınlarca insan kafelerde, AVM’lerde, sokaklarda ve hatta sosyal medyada sağa sola çarparak koşturmaktalar. Kendilerinden başka kimseyi alakadar etmeyen konuları konuşmakta yahut birbirleriyle ilgileniyor gibi davranmaktalar. Oysa herkes yukarıda saydığım menfaatlerinin peşine düşmüş, çaresizce aranmaktadır. Erkek seks için anlar gibi yapar, kadın değerli hissetmek için... Bu yüzden değil midir hep "yanlış anlama" ile başlayan cümlelerle perdelenen niyetlerin havada uçuşması... İnsanlar, onlara zarar verme pahasına ilişkiler geliştiriyorlar, zamanlarını tüketiyorlar, “sosyalleşiyorlar”. Ve nihayetinde her iflas eden ilişki insanın yalnızlığından yana olan yanılmışlığını yüzüne daha sert çarpıyor.
Hayvanı tuzağa çeken arzularıdır. Bazense korkuları... İhtiyaçlarına gem vurabilenler tuzaktan uzak durabilirler. Balık kancayı görmez, yemi görür. Köpek zehri bilmez, yemeği görür. İnsan ise tuzakları görmez, gelişine ilişkiler geliştirir. Anlaşılmayı istemek veya yalnızlıktan korkmak... İkisi de tuzağa çekebilir pek ala. Bu çaresiz çırpınışlar zamanla insana kendisini aptal hissettirir, değersizlik hissiyle başa çıkmakla uğraşır durur. Kendisini değersiz gören insan kabuğunu içi boş bir özgüvenle örer. Ortalık küstahlıklardan geçilmez olur.
Dördüncü Kısım: Yalnızlığı Anla
"Hep böyle mi varla yokun savaşı
Ya kazanan yoklar onlar hep böyle mi
Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun
Bilmiyorum var mı daha acısı"
İnsan dilediği kadar dirensin. Bir gün gelir ve hayat, insanın bütün hayatını bir kağıt gibi elleriyle buruşturur ve insanın yalnızlığını yüzüne çarpar geçer.
Bu bazen ansızın eşini kaybettiğin gecenin sabahında,
bazen büyük bir heves ve istekle koştuğun mahkeme salonunda boşanma kararı yüzüne okunurken,
bazen yolda yalnız avare yürürken,
bazen uzanmış tavanı izlerken,
bazen yatakta kollarına uzanmış ve sessizce uyuyan bir kadının yüzünde,
bazen gelinlik giyen kızının mutluluğunda,
bazense öylesine denizlere dalıp gittiğinde yüzüne çarpar.
Er ya da geç yüzleşilecek bir hakikattir bu.
"Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun..."
Beşinci Kısım: Hüve'l-Baki...
Asırlardır böyle yazarlar mezar taşlarına. "Kalıcı olan odur" Dünyanın geçiciliğine ve insanın yalnızlığına atıfta bulunur atalarımız. Bir başka söz daha vardır: "Allah bes, baki heves". Yani Allah yeter, gerisi heves. Kişinin kendini ve teskinini Allah'ta arama çabasıdır bu.
Kendini ifade etme isteği o kadar yoğundur ki insanda, örneğin bebekler kendilerini ifade edemeyince ağlar, büyükler de öyle... Ağlamayı, bağırmayı bırakıp dili icat etmiştir insan. Konuşmak ister, anlatmak ister. Anlatır ki anlaşılsın. İşte bu, o kadar sert bir duygudur. İnsanoğlu anlaşılmak isteğiyle, ve anlaşılmazlığın verdiği yalnızlık hissiyle başa çıkmak için yaradana sığınmış, İbrahim gibi onu dost bilmiş, sanatı icat etmiş, kendini ifade etmek için ellerini kollarını sallamış jestler mimikler üretmiş, birçok yerden örnekler getirmiş yeter ki anlaşılsın...
Altıncı Kısım: Suç Ortağı Sevgili
Yukarıda söylediğim bir şey tekrar etmek isterim: Sussuzluğun yaptırım gücü, toplumun nasihatlerinden ve inandığımız değerlerden daha gerçektir.
İhtiyaçlarıyla başa çıkabilenler pek azdır bu dünyada. Onlar "büyük" adamlardır. Bizler ise basit insan evladı olarak nefsimiz için kendimizi kandırmakla marufuz. Bu yüzden kendimizi kandırmaya devam edeceğiz. Bu gerçeği bile bile üstelik. İdealistlerin gözleri yaşarsa da bu dünyanın düzeni işte tam da bu sebepten dolayı değişmeyecek. Bir lokma ekmeğe, bir anlık değerli hissetmeye, iki kuruş paraya satılacak bütün idealler. Satılacak dostlar, aldatılacak sevgililer... Şeref, onur, namus da böyle çıkacak elden... Pek azı yapmayacak bunu. Ancak küçük bir istisna olarak kalacaklar. Bir kısmı ise hiç sınanmadığı günahlarından dolayı kendisini aziz ilan edecektir. Oysa kimse sınanmadığı günahın masumu değildir derler. Bilmeyince, yok sayılacak. Bu yüzden anlayanlar için bu dünya gönül bağlamaya değmez, baştan sona ızdırap dolu bir yerdir. Anlamış olanlar Aşık Veysel misali Kara Toprak'ı sadık yar beller. Mahzuni Şerif gibi "boşu boşuna" diyecektir her şeye.
Anlamayanlar ise Attila İlhan'ın şu dizlerinde bulacaklardır kendilerini:
"yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle"
Attila İlhan'a katılmadığım ender anlardan biri bu. Zira temelde yalnızlık, özgürlük demek değildir. Öte yandan bir ilişkide kişi kendini özgür hissetmiyorsa orada karşı taraf tarafından bir baskı, bir zincir söz konusudur. Kısıt söz konusudur. "Bana ihtiyaçlarımı ver" diye gelişen bir baskıdır bu. Karşı tarafla gönüllülük esasına dayalı bir paylaşım yoktur artık. Bana vereceksin vardır. Emir vardır. Oysa insan vermekte de özgür olmalıdır. Karşı taraftan baskı yiyorsa o ya da bu sebepten, o iş gönüllülükten çıkar, mecburiyete döner. Mecburiyetlerimiz ise bizim zindanımızdır. Kişi, kişinin zindanı olur çıkar. İşte o zaman yalnızlık, özgürlükle özdeşleşir. Özgürlüğüne düşkün kişiler, yalnızlığı, göze alamayanlar ise mecburiyetleri tercih edecektir.
Vefasızlıkla suçlansa da kişi, özgürlük, onur sahibi kimsenin gözden çıkaracağı bir şey değildir. Özgür olmayan kişi, diğer kişinin ihtiyaçlarını karşılayan bir köledir artık. Kişi özgür değilse kendisi değildir. Kendisi olmayan birisi, kimsenin bir şeyi olamaz. Anlatıyorsa, anlaşılmıyorsa ve korku duvarı sarmışsa etrafı, yapılacak tek şey, onurlu ve mutlu bir hayat için o duvarı yıkıp geçmektir. Ne olacaksa olsundur. Mutluluk gelir mi bilinmez ama onurlu bir yalnızlık, suç ortağı bir sevgiliyle paylaşılan özgürlükten daha değerlidir.
Özetle
Seni anlayan biriyle gönüllü paylaşım en güzelidir. Aksi halde onurlu bir yalnızlık, "yalnız" kalmamak için sefil bir köleliğe teslim olmaktan evladır.

Yedinci Kısım: Beklentisizliğe Övgü
“Hiçbir şey ummuyorum.
Hiçbir şeyden korkmuyorum.
Özgürüm”
-Nikos Kazancakis
Anlaşılma arzusunda edilgenlik vardır. Beklenti vardır. Beklemek, bağımlı kılar. Bağımsızlık, aktiflik ister. Bu yüzden kişi bir köşede oturup anlaşılmayı beklemektense anlamanın peşinde koşmalıdır. Dünyayı okumak, insanları okumak, hayatı okumak üzerine kurulduğunda hayat her şeyin rengi başkalaşabilir...
Sadece anlaşılmak isteyen ama anlamaya kafa yormayan insanlar hiçbir zaman anlaşılmamakla lanetlenmiş gibidirler. Yukarıdaki beyhude çabalarla tükenecektir zamanları. Bencil ve sadece tüketerek yaşayan insanların tavrıdır bu. Empatiden yoksun kişiler yemek yiyip de hesap ödemek istemeyen biri gibi bütün bunların hepsinin başkaları tarafından kendisine sağlanmasını ister de kendisi bunu karşıya sağlamaktan yüksünür. Gururlu biri olup çıkar. Oysa anlaşılmak karşılıklı anlayışla gerçekleşir ki bu iki tarafın da anlama çabası göstermesinin bir neticesidir.
Anlamak güçlü bir şeydir. Dönüştürür. İnsan bir kez anlar. Bir kere "aha" anı vardır. Artık anlamıştır ve bir kez daha anlamışlığına şaşırmayacaktır. Anladıktan sonra ikinci kez aynı şeyi anlayamaz. Artık değişmiştir. Yeni bir insandır o. Bu bazen mikroskobik bir seviyede gerçekleşir. O anlamışlık hiçbir şeyi değiştirmemiş gibi gelir. Oysa damla damla biriken anlamışlıklar kişiyi bambaşka bir hale bürür. Gerçekliğini değiştirir, algısını derinleştirir.
Bazense bir fay hattı gibi kocaman depremler yaratır bir küçük şeyi anlamak. Artık hiçbir şey aynı değildir. Yıkılır gider içindeki şehirler ve yeni bir sen inşa edersin süreç içinde.
Anlaşılma çabasından kurtulmak gerçek özgürlüktür. Başkalarından kurtarır insanı. Oysa anlamak sadece seni ilgilendiren bir faaliyettir. Anlamanın peşinde koşmalı, dünyayı sığ görmekten uzaklaşmalıdır insan.
Anlamaya başlayan birisi artık onu kimin anlayabileceğini de anlayacağından, anlaşılma ihtiyacını gidermek adına rastgele tavizler vermekten vazgeçecektir.
Özetle anlamak için çabalamak, anlaşılmak için çabalamaktan hem daha az yorucu hem daha geliştirici hem de daha onurlu bir çabadır. Bırakın kimse anlamasın sizi. Siz anlayın, anlayın ki sizi kimin anlayabileceğini de anlayabilin. Yoksa sizi anlayamayan yığınlarla örülü bir hayatın içinde yapayalnız savrulup gidersiniz. Anlamanın getirdiği entelektüel yalnızlık, yığınlar arasındaki yalnızlıktan yeğdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar'la bitereyim,
"Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!"
